Nazan Artun PhD, RPh Hayatta bazı deneyimler var ki, birebir yaşamadan nasıl bir şey olduğu tam olarak anlaşılamaz. Çok sevdiğiniz ve hayatınızda önemli bir yer kaplayan bir yakınınızın ölümü ve sonrasındaki yas süreci de sanırım bu tarifi zor deneyimler arasında yer almakta. Bu süreçte duygusal bir dönme dolaptaymış gibi, bazı anlarda yaşanan kayıpla başa çıkıldığı düşüncesindeyken, takip eden başka anlarda bir dolu duygu karmaşası yaşanabilir. Bazı araştırmacılar, yas sürecini ilk dönemlerinde yaşanan hissizleşmeden depresyona dönüşüm ve sonrasındaki kabullenme ve iyileşmeyi kapsayacak şekilde belirgin evrelerle tanımlamaya çalışmışlardır. Yas sürecinden geçenlerin bu evreleri deneyimleme süreleri farklı olabilmekle beraber, bu evreler arasında gidip gelme yahut bazı evreleri atlama gibi bireysel deneyim farklılıkları gözlenebilmektedir. Sonuç olarak yas’ın evereleri teorisini bulan ünlü psikiyatrist Kübler-Ross’un dediği gibi “Yasımız/kederimiz hayatlarımız kadar bireyseldir’ (1) Yas sürecinin her ne kadar sadece bireysel ve duygusal süreç olduğu düşünülse de, çalışmalar bu süreç sonrasında insanlarda bilişsel, sosyal ve varoluşsal adaptasyonlar oluştuğunu saptamıştır. Yas sürecinden geçen bireylerin kalıcı bir şekilde dünya görüşlerinin, ilişkilerinin, değerlerinin ve kişiliklerinin çoğunlukla pozitif yönde değiştiği belirtilmektedir (2). Yas Tutma ve Acı Bağımlılığı Psikoloji bilimi, üzgün olmanın ve acının verdiği tatmin duygusu paradoksunu hala araştırmaya devam etmektedir. Bu alanda yapılan bazı çalışmalarda, hüzün/keder ile haz duygusu arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur. Bu ilişkinin, keder/üzgünlüğün duygusal durumumuzda bir yoğunluk oluşturup hislerimizi harekete geçirmesi sonucu olduğu düşünülmektedir (3). Jay Michaelson hüzün ve neşenin zıt olmadıklarını ve hatta karmaşık bir müzik akorundaki uyumlu iki ses gibi hayatımızda beraber yer aldığını vurgulamıştır. Bir zaman sonra, yaşadığınız yas ve acı, kaybettiğiniz insanla aranızdaki bağ haline dönüşebilir ve bundan vazgeçmek demek o insandan vazgeçmek gibi hissettirebilir. Bu durum bir nevi acı çekme bağımlılığı yahut, acı çekmenin yarattığı karmaşık rahatlık duygusu olarak da açıklanabilir. Her ne kadar yas sürecinde duyguların baskılanması yahut zorlama doğru olmasa da, bu anlara farkındalıkla yaklaşılıp, kaybettiğimiz insanla bağlantımıza daha sevgi ve manevi odaklı yaklaşabilmek uzun süreli iyileşme açısından faydalı olabilir. Kaybettiğiniz insanın hatırasını yaşatma ve onun sevip değer verdiği olumlu aktivitelere hayatımızda yer açmak; o insana ait eşyaları, varlıkları yakınınızda tutmak; sevdiklerinizle ve merhumu tanıyan sevenlerle vakit geçirmek ve kaybettiğiniz insan ile ilgili güzel anılarınızı konuşmak anlatmak paylaşmak, odağınızı acınızdan uzaklaştıramaya yardım edebilir. Kayıp Sonrası Suçluluk ve Pişmanlıklar: Ayrılmaz İkili İnsanlar sevdiklerini kaybetmenin arkasından hep bir şeyleri daha farklı yapabilecekleri düşüncesiyle mücadele ederler. Suçluluk duygusu, kendini suçlama, pişmanlık gibi sınırları tam çizilemeyen duygu yoğunluklarının yas sürecinin bir aşaması olduğu düşünülen depresyon ile de bağlı olabileceğine dair çalışmalar bulunmaktadır. Yas tutan kişi, kaybedilen kişinin ölümüne engel olup olamayacağından başlayarak onunla daha fazla vakit geçirip hayatını farklı doğrultuda şekillendirmeye kadar bir iç hesaplaşmaya girebilir. Yas bağlamında suçluluk duygusu ‘ölen/kaybedilen kişi ile ilişkisine dair kişinin kendi içsel standartları bakımından başarısız olması sonucu yaşanan vicdan azabı duygusudur’ (4) Suçluluk duygusu (pişmanlık değil) bir yakının kaybı sonucu yaşanan yasın en önemli zorlukları arasında olduğu düşünülmektedir (5) Yas deneyimi yaşamış diğer insanlarla iletişim kurmak ve onların deneyimlerini dinlemek ve böylelikle bu deneyimin insan yaşamına dair doğal bir süreç olduğunun hatırlanması, insanın kendi kendine zarar veren (self-destructive) duygu kalıplarından biri olan suçluluk duygusundan uzaklaşmasına yardımcı olabilir. Hayatın Yeniden Anlam Kazanması ve İyileşme Matemli bireyler sadece sevdiklerinin yokluğu ve şiddetli duygu yoğunluğu ile değil aynı zamanda kafa karıştırıcı bir anlamsızlık hissi ile mücadele etmek durumda kalırlar. (6) Her ne kadar bazı bireyler hayatlarına anlam katan rolleri (anne, baba, çocuk, kardeş, eş vb.) ve kaybedilen kişiye ait anıları kaybetseler de, bu süreç sonunda yeni anlamlar, değerler ve hedefler keşfedip hayattaki her yeni gün için şükür duygusunda artış deneyimleyebilirler. Normal şartlarda ‘hayatın anlamı nedir?’ sorusu insanlık için ağır ve karmaşık bir arayıştır, yas sürecinde bu sorunun ağırlığı genelden özele doğru yani ‘Benim hayatımın anlamı nedir?’ e yönelebilir. Anlam olgusu, dünyaya ve kendimize ait fikir ve inanışların tümü olarak adlandırılabilir (6). Bu olgu bireylere hayatlarının bir önemi olduğu hissini/algısını kazandırır (Steger, 2012). Hayattaki anlam olgusunun yitirilmesi, anlamsızlaşmanın, psikopatolojik ve klinik sağlık problemlerine yol açtığı literatürde bir çok çalışma tarafından belirtilmiştir. Gillies ve Neimeyer (2006) modeli yas tutanların hayatlarındaki anlamı yeniden inşa etmelerinin, bu deneyimi anlamlaştırma, kişilik/kimlik değişimi, bu olaylardan bir fayda/ders çıkarma olarak üç aşamaya ayırmıştır. Yeniden yapılanma modeli bireyin tüm bu yaşadıklarını nasıl yorumladığının önemini vurgulamaktadır (6,7). Bu alanın önemli teorisyenlerinden Victor Frankl, son derece zor dış koşulların ve deneyimlerin insana, ruhsal olarak limitlerinin ötesinde büyüme ve olgunlaşma fırsatı verdiğinin farkına varmıştır. Frankl, hayattaki üç anlam kaynağının Sevgi, İş/çalışmak ve Acı çekmek olduğunun sonucuna varmıştır. Sevgi, insanlar arasındaki en güçlü bağdır ve muhteşem ilham ve fedakarlıklara yol açabilecektir. İş, üretmek , çalışmak ise kişiye derin tatmin ile sonuçlanabilecek ve uzun vadeli hedefler sağlayabilir. Frankl ayrıca ıstırabın aydınlanmaya yol açan acı olarak düşünüldüğünde önemli bir anlam kaynağı olabileceğini belirtir. Pozitif psikolojinin öncülerinden Seligman ise, bir hastanın psikopatolojisine odaklanmak yerine ‘’İyi yaşam’’ kazanmasına yardımcı olmaya odaklanmıştır. İyi yaşam, mutlu, farkındalıklı ve anlamlı bir yaşam sürmektir (8). Wissing’in teorisine ve bu alanda yapılmış bir çok çalışmaya göre, sağlıklı ilişkiler, hayatın anlamlılığının merkezinde yer almaktadır. Başka bir deyişle hayatın anlamının ana kaynağı çoğunlukla kurduğumuz ilişkilerde bulunmaktadır. Ayrıca, içsel uyumumuza, öz değerimize, aidiyet duygumuza katkıda bulunacak hedef ve amaçlarımızı gerçekleştirmek için atacağımız her somut adım hayatımızın anlamının dışavurumu olarak da düşünülebilir. Bu teoriler dikkate alındığında yas sürecinden geçen bazı insanlar için sevgi, ilişkiler ve üretmek odaklı bir yaklaşım, hasar görmüş anlam duygusunun yeniden onarılması için bir çözüm olabilir. REFERENCES
0 Comments
Leave a Reply. |
ARTICLES
|